14 Şubat 2021 Pazar

Direnmeme'nin Metafiziği

Burada başka bir başlık kullanmak isteyebilirdik. Üstelik başlığımızdaki fonetik sorunun, teklemenin de farkında olarak, buna rağmen bu seçimi yapıyoruz. Çünkü konumuz tam olarak bu: Neden direnmeyiz? Neden isyan etmeyiz?

Bu sorulara pek çok cevap verilebilir. Ama yine de hiçbiri tatmin edici olmayacaktır. Günümüz dünyasında eşitsizlikler giderek büyürken, tarihin sonlanacağı vaadi neoliberalizmin çıkmazları ile sonuçlanmışken, ortadoğu dünyanın cehennemi olmaya devam ederken ve ülkemizde yaşanan bunca probleme rağmen... Düzenin çarpıklığı onun normali haline gelmişken. Neden isyan etmeyiz ve hatta nasıl olur da rızamızı teslim ederiz? Kişi ‘yabancılaşmadan özgürleşmek için’ dinsel, politik ya da mitsel ‘bir idealin şahsında yabancılaşarak kendi özgürlüğünden özgürleşmek’ (Bourdieu, 2018, 68) için neden koşar adım bir sebep arar? Burada bir kaygıdan kaçış, bir bağlanma, bir ana rahmine dönüş isteği mi vardır? Eğer öyleyse, bu içsel - doğal (?) istek neden ötekileştirme ile, hınç (resentiment) ile, şiddet ile sonuçlanır?

Bu sorular, tek bir yazıda sonuçlandırılamayacak kadar geniş bir tartışma alanını önümüzde açar. Ve bu tartışma alanı ile ilişkilenen bir sürü hikaye, birbirine örülen yaşamlarımız önümüzde bir ufuk gibi serilir. Bu tartışmayı bu hikayeler ile yürütmek, büyük önem arz eder. Çünkü teorinin burada, bu hikayelerin kat edilmesiyle yeniden üretecekleri ve yeniden üreyecekleri olabilir. En azından bunu umut edebiliriz.

Bu kısa düşünce kaydını buraya, üzerine düşünmeye başladığım geniş bir tartışma alanının işaretini koymak adına ekliyorum. Ülkemiz ve dünyamız özelinde, direnmeme fenomeni üzerine düşünmenin bize çeşitli faydalar sağlayacağını düşünüyorum. Bu konu özellikle propagandanın hegemonya ile sonuçlanmakla kalmayıp, rıza üretimine ve özgürlükten gönüllü vazgeçişe dönüştüğü bir çağda önem kazanır. Günümüzde iktidar tekniklerinin çok büyük oranda gelişim gösterdiğini görüyoruz. Artık insanları sosyal medyadan manipüle etmek, sokaklara dökmek ya da onlarda kitlesel duygulanımlar yaratmak nadirattan sayılamayacak kadar sık gerçekleşiyor. Dahası bu konu, günümüzde demokrasi kavramının tartışılması ile de kol kola ilerler. 

Direnmeme günlükleri; sıradan insanın hayalleri, fantezileri, özneleşmesi ve ötekisi, hafızası, eğlencesi... gibi pek çok yönünü, çeşitli kavramsal çerçeveleri kullanarak ya da bunları üreterek (ya da yeniden üreterek) tartışmayı deneyecek. Burada hedeflenen, gündelik hayatın bir tür fenomenolojisinin gerçekleştirilmesidir. Bu fenomenoloji, araştırdığımız fenomenin tezahürlerini politik bir epokhe bağlamında ele almaya çalışabilir. Bu analizin, bize sosyolojik bir bilgi getirmesinin yanında, ontik değil ontolojik, yani anlama ilişkin, duygularımıza ve dünyayı genel kavrayışımıza, anlamlandırmamıza ilişkin bir bilgiyi de getirmesini umabilir miyiz? Eğer bu gerçekleşirse, gündelik politik - sosyal fenomenlerin, anlam arayışımızla nasıl ilişkilendiği üzerine bir fikir sahibi oluruz. Burada varoluşçu bir düzleme geçiş yapmış olabiliriz, ama bu düzlemin politik yalıtılmışlık düzlemi olması zorunlu değildir. Sartre'ı takip ederek varoluşçu temaları özgürlük ile ilişkilendirebiliriz. Ama özgürlüğü nerede arayacağımız da önem kazanır. O'nu tumturaklı romanlarda, varoluşsal dilemmalarda değil; pazarda elma seçerken, inşaatı izlerken, kıraathanede ya da bir altın gününde arayabilir miyiz? Özgürlüğü bu en sıradan yerlerde bulmak ya da bulamamak, tartışmamızın başlangıç noktasını oluşturacaktır.

Kaynakça

  •        Pierre Bourdieu (2018), Heidegger’in Politik Ontolojisi, çev. Aslı Sümer, MonoKL Yayınları

13 Ocak 2019 Pazar

Husserl ve Wittgenstein

2019'dayız. Çalışmalarım Wittgenstein'dan Husserl'e doğru kayıyor. Öncelikle buradaki itki üzerine düşünülmeli : Bir eksiklik hissetmeme sebep olan motif neydi ? Soruyu kişisel olmaktan çıkarırsak, genel anlamda Husserl'in çalışmasını Wittgenstein'ın çalışmasına tercih edebilmenin çeşitli momentleri nelerdir ? Bu tercihin sunacağı fırsatlar nelerdir.

Birincisi, Wittgenstencı bir yaklaşımla Ben'e negatif olarak işaret edilebilmesi, yani onun ne olmadığının vurgulanabilmesi. Bu vurgulama aslında Ben'in nasıl yapılandığına gönderimde bulunuyor. Dil oyununun ve 'seeing as' fenomeninin onu ve düşüncesini nasıl şekillendirdiğinin kapsamlı bir çözümlemesini sunuyor. Bu son derece devrimci bir hareket, özellikle felsefenin dil ile yapılan bir eylem olması bakımından. Fakat dil ve ben çözümlemesi ile ne kadar geriye gidilebilir ? Bu yapılanmış, inşa edilmiş Ben yani başkası olarak Ben, hangi temel süreçler içerisinde bu yüklenmenin öznesi haline geliyor ? Dil ile ilişkimiz öncesinde, Varlık'ın daha temel bir modu ya da modları yok mu ? Wittgenstein teorisinin bu sorular ile nasıl yüzleşeceği başka bir araştırmanın konusu. Üstelik Erkut Sezgin'in yaptığı gibi Wittgenstein'ın teorisini analitik felsefe değil, kıta felsefesi ve fenomenoloji geleneği bağlamında ele almak da mümkün. Dahası, son dönem Fransız fenomenolojisinde Wittgenstein üzerine çalışma yapmak nadir görülen bir olay da değil. Fakat Husserl'in bilinçli olmanın, Var olmanın, bilinç öncesi durumun, doğal durumun daha farklı ve kapsamlı bir bağlamda tasvirini ve çözümlemesini yaptığı da bir gerçektir. Burada söz konusu olan, düşünürün metodolojisinin ve amacının getirdiği bir farklılık ve bazı bakımlardan avantajdır.

İkincisi, Husserl'in çalışmasının herhangi bir aşamada öznellikten kopmaması ve öznelliğin onun çalışması bağlamında hem pozitif hem de negatif olarak işaret edilebilmesi. Wittgenstein'ın yaklaşımında ise öznelliğe pozitif olarak işaret etmektense onu çözmek, okuyucuyu onun (yani kendisinin) Kendi'liğine ve Kendi'liğin kendiliğine göndermek söz konusu. Bu ikinci tavır belki de daha bilgece ve irşat edici, fakat bu çalışma ne oranda bu şekilde alımlandı felsefe ve düşünce dünyasında ? Witti bunu kendisi de işaret etmişti, Tractatus'un önsözünde bu kitabın felsefi gazetecilerin elinde bir işe yaramayacağını ve gerçek okuyucusunu bekleyeceğini söylemiştir. Burada belki Yaşam'ın kendi dokusuna ilişkin bir gizem ve zorluk var, fakat Witti'nin bu zorluğu aşmaya bizi ne kadar yaklaştırdığını sorgulama hakkımız da hala saklıdır. Husserl ise yazılarının tüm karmaşıklığına, kapalılığına rağmen, öznelliği herhangi bir aşamada terk edemez. Zira onun Transandantal İdealizmi, öznelliğin (ve perspektifliliğin) gerçekliğin kurulumu için öncelikli bir şart olmasına dayanır. Solipsizm eleştirisine maruz kalmak pahasına, öznelliğin birbiri ile ilişkisel monadlar olduğu kanısındadır Husserl. Felsefi teknik detaylar da önemli olmakla birlikte, bu performansın filozofun hedefleri ile de bağlantılı olduğunu düşünüyor ya da umuyorum. Zira benim için felsefenin amaçları konusu hala önemini koruyor. Husserl'in Cartesian Meditations'u şu şekilde sonlanıyor :

''The Delphic motto, "Know thyself!" has gained a new signification. Positive science is a science lost in the world. I must lose the world by epoche, in order to regain it by a universal self-examination.''

Üçüncüsü, her iki düşünürün kültürel alandaki öneriler ve tartışmalar için sundukları fırsatlar ile ilişkili. Wittgenstein'cılığın çoğunlukla kültürel rölativizm ile ilişkilendiğini biliyoruz. Bu rölatifliğin Aydınlanma'nın geç çözümlemesi için önemli olduğunu da biliyoruz. Fakat bu rölativizm, içerisinde olduğumuz kültürün de hastalıklı ve kötü bir kaderin pençesinde olduğu gibi bir sonuca ulaşırsa (ki ulaşmak zorunda değil), politika - kültür ve toplum üzerine konuşmayı ve düşünmeyi nasıl başarabiliriz ? Burada Aristocu kategorik eşitlik kavramının Niçe'ci karamsar bir yorumunun bir devamı ile karşı karşıyayız. Kültür her defasında mı barbarlıktır, yoksa barbarlığa dönüşmüş hali onun hastalıklı bir hali midir ? Kültürün içerisindeki çelişkilerin ne kadarı ona içkindir, ne kadarı tarihsel belirlenimlerin sonucudur ? Marksist bir iyimseliği korumak zor ve hatta zararlı olsa dahi, kültür ve toplum üzerine konuşabilmenin gerekli ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun ise natüralist ya da toplumsalcı, insanı nesneleştiren teoriler ile ne oranda başarılabildiği soru işaretidir. Bunun yerine birinci şahıs perspektifini merkeze alan ancak toplum ve kültür üzerine düşünümler geliştirebilen yaklaşımlar cesaretlendirilebilir. Fenomenoloji geleneğinin Husserl'in Krisis'i ile başlayan ve Heiddeger'in modern toplum eleştirisi, Merleau Ponty'nin bilimselcilik eleştirisi ve M. Henry'nin Barbarizm isimli eseri ile devam eden güçlü bir damarı mevcuttur. Wittgenstein'ın modern politik felsefede bazı etkilerinin olduğu ise aynı şekilde doğrudur. İki düşünürü yarıştırmak doğru olmadığı gibi, yapılacak bir seçim de doğrulukla değil strateji ile alakalı.

Bu yazıda, son dönemlerde Wittgenstein yerine Husserl çalışmamın temel sebep ve momentlerini not olarak düştüm ve bu motiflerin neler olabileceğine bir düşünüm ortaya koymaya çalıştım.

Sevgiler.

10 Ağustos 2018 Cuma

''Kendilik'' Kavramı ve Çözümleme

Kendimi çözdüm. (Ne büyük iddia!) Geriye bir şey kalmadı. Vurgu bu ikinci cümlede. Bu neyi gösterir ?

İnsanın kendisinde bir şey olmadığını, bunun da ötesinde ''bir şeyin en başta bir şey olmadığını'' kavramak gerekiyor. Öteki'ler ve söylem'ler ile ilişki içerisinde oluyor kendi dediğimiz şey, yani kendisinin hem içerisinde hem dışarısında. İçeride ve dışarıda. Açılma An'ın içerisinde yaşanıyor. Bunu bilirsiniz : Dünya hazırdır ve ilk önermenin içerisinde tüm önermeler gizlenmiştir. Bu önermeler dünyamızın ufkunuy çizdiği anlamda, dünya ilk anda açıkça gösterilmiş ve gizlenmiştir. Onu kazanmak için derin bir düşünme yahut kurucu bir deneyim ile ona yaklaşmalısınız.

Peki bu yaklaşmanın yolu felsefe mi, sosyoloji mi, düşünce mi, sanat mı ? Artık buna çok az ihtimal verebiliyorum. Biz dünyanın ancak tasvirini yapabiliyoruz.

Öyleyse harcadığımız tüm bu zamanı ne yapacağız ?

Bunun için kızılması gereken tek bir kişi var : Zaman harcamak zorunda olan ve dolanmak zorunda olan. Ama o bile birisi değil, Yaşam'ın canlılığının bir ifadesi ve kendisini bulması süreci olarak yaşanıyor ve yaşanmakta. Bu yaşananın bir anlamı var mı ? Bilmiyoruz. Niçe abi'nin önerdiği gibi, bunu biz böyle istemiştik deyip geçelim.

Ama kızgınlığımızı unutmayalım. Çünkü kızgınlığımızın yöneldiği düşünce, şablon, motiflerin kaynaklarını çözümlemek ile yükümlüyüz. Dönüşmek için bu gözlem şart. Ona karşı bir tepki oluşturmadan. Anlayarak. Yargılamadan. Aşmanın tek yolu bu.

Peki aşma gibi bir metaforu kullanmak da sorunlu değil mi ?

İnandığımız Yaşam mı, yoksa Yaşam'ın yankısı mı ?

29 Ocak 2018 Pazartesi

Nereye doğru (Ses ve tehlike)

Eksildiğinizi mi düşünüyorsunuz ?
Nereden diye sormalısınız. Demek gizlice işaret ettiğiniz bir bütün vardı. Aslında bir bütün değil bu, bir bütünün bulunduğu inanışı ve alışkanlığı; ki bu ikisi aynı şeydir. Kaygının bir yönü budur. Ama burada kalmayacak, devam edecektir.
Niyet okumak zorunda mıyız ? Sessizliğe duyana kadar evet. Bu olsa olsa soyunmaktır. Bir eksiklik mi tahayyül ediyorum. Bu beni yine bir bütüne göndermez mi ? İnsan bu küçük oyundan bile kurtulamıyorsa, büyük iddiasını nasıl başarabilir ?
Mantığın kategorileri, araç olduklarının bilincinde olduğumuz sürece demir parmaklık değil, yardımcımız olabilir. Öyleyse parça - bütün ilişkisinden ürkmemeliyiz. Yapılması gereken, ikisini de kaybetmemek. İkisi arasındaki gerginlik, bir ufuk doğurabilir. Bu ufuk, yapılanmış ben'in diğer tüm ben'lerle bağını kuracak. Sessizlik burasının sessizliği ise bir işe yarayabilir. Ama bunu hangi kulak tanıyacak ?

Şeyler olduğu gibi kalmalı. Tek bir şey değişmeli. Bu kadar narin çalışabilir miyiz ?

Sessizliğin felsefesi için kulak mı gerekli bize, yoksa hafif adımlar mı ? Ses titreşim değildir, her şey her zaman titrer. Ses, armoninin bozulmasıdır. Ve ilkel insan için bir tehlike uyarısıdır. Öyleyse önemli olan nasıl titrediğimiz, neyle birlikte hareket ettiğimiz. Uzaklaştığımızın sesini duyacağız bir süre. Belki o da kaybolacak.

Nereye doğru ?

16 Ocak 2018 Salı

Dışarıdan Kontrol

Peşinde olduğumuzun dışındayız. Bu cümle arzunun doğasını yakalamaya çalışır ama başaramaz. Çünkü arzunun yakalanmış hali, temaşanın tatminine dönüşecek. Bu ise arzudan başka bir şeydir.

Soru sormak bir şeydir. Soru sormayı kesintiye uğratmak ise dönüşümü başlatacak. Neden bu soruyu soruyorum diye sormak, arzuyu bir an için yakalamak mıdır ? Ama o artık bir başkasının arzusu. Çünkü ben artık bir başkası. Öyleyse ben sürekli değişiyor, ben demek sürekli olduğu halde.

İnsan eksiktir, bu eksiklik onun fazlalığı olduğu halde. Ama bu bir çelişki değil. Çelişki nedir ? İnsan nedir ? Eksiklik nedir ? Bu üç kavramı karşılaştıracak ve bu çarpışmadan bir tapınak çıkaracak kadar genç miyiz ? Karar vermek üzere olan, bir süre daha sakin kalmalı. Sakin kalmak şeklinde karar verilebilir mi ?

İnsan ne olabilir ? Kendisi olabilir mi ? Kendisi olduğu halde insan, kendisi olmaya adaydır. Aday mıdır ? Bu arzuyu yakalama çabası ile aynı şey değil mi ? Onu yakalayamayacağımızı biliyoruz. O bizatihi yakalayamamaktır.

Önemli olan onu nasıl yakalayamadığınızdır. Yakalayamamak yasa ise. Kavga ederek mi, dans ederek mi takip ediyorsunuz ? Takip mi ediyorsunuz, kaçıyor musunuz ? Bu nereden baktığımızdır. Değiştirebiliriz. Değişen iki şey olacak. Birisi bakış açısı.

Takip ettiğimizi bilmeyebiliriz. Bilmek onunla kurabileceğimiz tek ilişki değil. Ondan nefret edebiliriz. Sevebiliriz, küfür edebiliriz, sabrımızı taşırabiliriz. Duyabiliriz. Çok küçüktür bazı adımlar, adım bile değiller; ama oradalar ve bizden başkalar. Öyleyse ben ben'im, bir başka varsa ve benim bostan korkuluğum ise.

12 Ocak 2018 Cuma

Seçimi seçmek

Seçim yapmanın birden fazla türü var ve bunların çok azı bilinçli olmak durumunda. Açıktır, Ulus Baker abimize selam ile, anlamak ve anlatmak yaşamımızın sadece bir düzeyidir ve buradan hareketle bilinçli seçimlerimizin de seçimlerimizin içerisinde sadece bir düzeyi oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Bir durumun içerisindesiniz ve sizi bu noktaya yaptığınız yanlış tercihlerin getirdiğini mi düşünüyorsunuz ? Belki de bu noktaya gelmek en büyük arzunuz idi. Ama bu arzu amaç şeklinde değil idi. Neredeyse hiçbir arzu amaç değildir, arzu eksiklik mefhumuna daha yakındır ve hep kovalamak zorundadır. Amaç ise sizin bir durumun içerisinden geçmişe bakarak uydurduğunuz bir şeydir. (Bilinçli olarak gelecek demiyorum. Baktığımız ve proje olarak ortaya koymaya çalıştığımız bir gelecek; geçmişimizdeki alışkanlıklarımızın bir tekrarıdır. İnsan gelececeğe atılır ve artık bir başkasıdır, geleceğe baktığında ise aslında geçmişe bakıyordur.)

İnsanın ezbere yaşaması, kör yaşaması ve yaşamamasıdır. Tekrar eden kendisini tekrar eder. Yeni olan ise bir başkasıdır. Bu durumda hiçbir sahih gelecek tasarımı mümkün olamaz mı? Bundan emin olamayız, tüm geçmiş tasavvurlarının pasif bir ben e gönderme yaptığını söyleyemeyeceğimiz gibi. Söyleyebileceğimiz şudur : Yürürlükte olan amaç, hedef, seçim gibi kavramları kullanarak kendisini açan, geliştiren, dönüşen bir yaşamsallık sürdürülemez. Bu gariptir, oysa yaşam sürer; bilinçli ya da bilinçsiz şekilde. Yaşamı kandıramazsınız. Kandırdığınız bilinçtir ve sadece bir yönünüzdür.

Neredesiniz ? Ayrıldığınız kim ? Yöneldiğiniz ? Sürmekte olan devam edecek. Çırpınıyoruz ve dalgalar çok büyük; dalgalar mı bizi boğuyor yoksa dalgaları celallendiren bizzat biz miyiz ? Deniz ve ben arasında bir sınır var mı? Yüzme metaforunun karşılayamadığı ne ve bu metafordan neden kurtulmak zorundayız ?

Kurtulma zorunda olduklarımızın tam sıralı listesi.


8 Ocak 2018 Pazartesi

Hikaye - 1

Kapıyı sessizce kapatabiliriz. Bunun tersi de mümkün. Bu iki olanak üzerine konuşmak ise üçüncü bir eylemdir ve ilk iki eylem ile bağlantısı aynı gezegen üzerinde gerçekleşmiş olması ya da üç eylem sırasında da kol saati takıyor olmamız değildir. Aslında bir gezegen üzerinde yaşadığımız yahut zamanın entropinin yönünü göstermesi önermeler sadece modellemedir ve bir öze yahut bunun dönüşümlerine karşılık düştüğü kesin değildir. Elbette bir gezegenin üzerinde yaşıyoruz. Ama 'İşte, bu dünyadır' derken parmağımızın bir merkezi gösterdiğine emin miyiz ? Yaptığımız, imlem örüntüsünün içerisinde yeni konfigürasyonlar kurmaktan başka neye yarıyor?

Bu üç eylemi bağlayan bir başka zemin mevcuttur. Bunun eleştirdiklerimizden daha geniş bir dizge olması ise saçma. Zira biz,  dizgemiz zayıf olduğu için yarı yolda kalmış değiliz. Aksine güçlü olduğu için, aldatıcı olduğu için yarı yolda kalıyoruz. İlerlememiz kelimeler ve şeylerin aynı tözden yapıldığını kavramaya bağlı. Yani ihtimallerin her birini çözen ve yeni bir duyarlılıkla yeniden kuran bir araştırma noktası bulabilmek. Peki sonra ne olacak ?

Anlatılmaması ihtimal dahilindedir. Peki neden onu gerçekleştirmeyiz? Gerçekleşmemiz gerçekten buna mı bağlı. Bir elimizle yaşarken diğer elimizle düzeltmek zorunda mıyız? Yaşıyor muyuz?

Soru sorabiliyor muyuz? Hikaye anlatmak ve soru sormak eylemleri arasındaki içsel bağlantı nedir?

Bu soruların bir kısmına cevap arıyor olacağım ve burada paylaşacağım metinlerin bu arayış ile ilgisi olabilir de; olmayabilir de. Selamlar. 

Direnmeme'nin Metafiziği

Burada başka bir başlık kullanmak isteyebilirdik. Üstelik başlığımızdaki fonetik sorunun, teklemenin de farkında olarak, buna rağmen bu seçi...