13 Ocak 2019 Pazar

Husserl ve Wittgenstein

2019'dayız. Çalışmalarım Wittgenstein'dan Husserl'e doğru kayıyor. Öncelikle buradaki itki üzerine düşünülmeli : Bir eksiklik hissetmeme sebep olan motif neydi ? Soruyu kişisel olmaktan çıkarırsak, genel anlamda Husserl'in çalışmasını Wittgenstein'ın çalışmasına tercih edebilmenin çeşitli momentleri nelerdir ? Bu tercihin sunacağı fırsatlar nelerdir.

Birincisi, Wittgenstencı bir yaklaşımla Ben'e negatif olarak işaret edilebilmesi, yani onun ne olmadığının vurgulanabilmesi. Bu vurgulama aslında Ben'in nasıl yapılandığına gönderimde bulunuyor. Dil oyununun ve 'seeing as' fenomeninin onu ve düşüncesini nasıl şekillendirdiğinin kapsamlı bir çözümlemesini sunuyor. Bu son derece devrimci bir hareket, özellikle felsefenin dil ile yapılan bir eylem olması bakımından. Fakat dil ve ben çözümlemesi ile ne kadar geriye gidilebilir ? Bu yapılanmış, inşa edilmiş Ben yani başkası olarak Ben, hangi temel süreçler içerisinde bu yüklenmenin öznesi haline geliyor ? Dil ile ilişkimiz öncesinde, Varlık'ın daha temel bir modu ya da modları yok mu ? Wittgenstein teorisinin bu sorular ile nasıl yüzleşeceği başka bir araştırmanın konusu. Üstelik Erkut Sezgin'in yaptığı gibi Wittgenstein'ın teorisini analitik felsefe değil, kıta felsefesi ve fenomenoloji geleneği bağlamında ele almak da mümkün. Dahası, son dönem Fransız fenomenolojisinde Wittgenstein üzerine çalışma yapmak nadir görülen bir olay da değil. Fakat Husserl'in bilinçli olmanın, Var olmanın, bilinç öncesi durumun, doğal durumun daha farklı ve kapsamlı bir bağlamda tasvirini ve çözümlemesini yaptığı da bir gerçektir. Burada söz konusu olan, düşünürün metodolojisinin ve amacının getirdiği bir farklılık ve bazı bakımlardan avantajdır.

İkincisi, Husserl'in çalışmasının herhangi bir aşamada öznellikten kopmaması ve öznelliğin onun çalışması bağlamında hem pozitif hem de negatif olarak işaret edilebilmesi. Wittgenstein'ın yaklaşımında ise öznelliğe pozitif olarak işaret etmektense onu çözmek, okuyucuyu onun (yani kendisinin) Kendi'liğine ve Kendi'liğin kendiliğine göndermek söz konusu. Bu ikinci tavır belki de daha bilgece ve irşat edici, fakat bu çalışma ne oranda bu şekilde alımlandı felsefe ve düşünce dünyasında ? Witti bunu kendisi de işaret etmişti, Tractatus'un önsözünde bu kitabın felsefi gazetecilerin elinde bir işe yaramayacağını ve gerçek okuyucusunu bekleyeceğini söylemiştir. Burada belki Yaşam'ın kendi dokusuna ilişkin bir gizem ve zorluk var, fakat Witti'nin bu zorluğu aşmaya bizi ne kadar yaklaştırdığını sorgulama hakkımız da hala saklıdır. Husserl ise yazılarının tüm karmaşıklığına, kapalılığına rağmen, öznelliği herhangi bir aşamada terk edemez. Zira onun Transandantal İdealizmi, öznelliğin (ve perspektifliliğin) gerçekliğin kurulumu için öncelikli bir şart olmasına dayanır. Solipsizm eleştirisine maruz kalmak pahasına, öznelliğin birbiri ile ilişkisel monadlar olduğu kanısındadır Husserl. Felsefi teknik detaylar da önemli olmakla birlikte, bu performansın filozofun hedefleri ile de bağlantılı olduğunu düşünüyor ya da umuyorum. Zira benim için felsefenin amaçları konusu hala önemini koruyor. Husserl'in Cartesian Meditations'u şu şekilde sonlanıyor :

''The Delphic motto, "Know thyself!" has gained a new signification. Positive science is a science lost in the world. I must lose the world by epoche, in order to regain it by a universal self-examination.''

Üçüncüsü, her iki düşünürün kültürel alandaki öneriler ve tartışmalar için sundukları fırsatlar ile ilişkili. Wittgenstein'cılığın çoğunlukla kültürel rölativizm ile ilişkilendiğini biliyoruz. Bu rölatifliğin Aydınlanma'nın geç çözümlemesi için önemli olduğunu da biliyoruz. Fakat bu rölativizm, içerisinde olduğumuz kültürün de hastalıklı ve kötü bir kaderin pençesinde olduğu gibi bir sonuca ulaşırsa (ki ulaşmak zorunda değil), politika - kültür ve toplum üzerine konuşmayı ve düşünmeyi nasıl başarabiliriz ? Burada Aristocu kategorik eşitlik kavramının Niçe'ci karamsar bir yorumunun bir devamı ile karşı karşıyayız. Kültür her defasında mı barbarlıktır, yoksa barbarlığa dönüşmüş hali onun hastalıklı bir hali midir ? Kültürün içerisindeki çelişkilerin ne kadarı ona içkindir, ne kadarı tarihsel belirlenimlerin sonucudur ? Marksist bir iyimseliği korumak zor ve hatta zararlı olsa dahi, kültür ve toplum üzerine konuşabilmenin gerekli ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun ise natüralist ya da toplumsalcı, insanı nesneleştiren teoriler ile ne oranda başarılabildiği soru işaretidir. Bunun yerine birinci şahıs perspektifini merkeze alan ancak toplum ve kültür üzerine düşünümler geliştirebilen yaklaşımlar cesaretlendirilebilir. Fenomenoloji geleneğinin Husserl'in Krisis'i ile başlayan ve Heiddeger'in modern toplum eleştirisi, Merleau Ponty'nin bilimselcilik eleştirisi ve M. Henry'nin Barbarizm isimli eseri ile devam eden güçlü bir damarı mevcuttur. Wittgenstein'ın modern politik felsefede bazı etkilerinin olduğu ise aynı şekilde doğrudur. İki düşünürü yarıştırmak doğru olmadığı gibi, yapılacak bir seçim de doğrulukla değil strateji ile alakalı.

Bu yazıda, son dönemlerde Wittgenstein yerine Husserl çalışmamın temel sebep ve momentlerini not olarak düştüm ve bu motiflerin neler olabileceğine bir düşünüm ortaya koymaya çalıştım.

Sevgiler.

Direnmeme'nin Metafiziği

Burada başka bir başlık kullanmak isteyebilirdik. Üstelik başlığımızdaki fonetik sorunun, teklemenin de farkında olarak, buna rağmen bu seçi...