Bu sorulara pek çok cevap verilebilir. Ama yine de hiçbiri tatmin edici olmayacaktır. Günümüz dünyasında eşitsizlikler giderek büyürken, tarihin sonlanacağı vaadi neoliberalizmin çıkmazları ile sonuçlanmışken, ortadoğu dünyanın cehennemi olmaya devam ederken ve ülkemizde yaşanan bunca probleme rağmen... Düzenin çarpıklığı onun normali haline gelmişken. Neden isyan etmeyiz ve hatta nasıl olur da rızamızı teslim ederiz? Kişi ‘yabancılaşmadan özgürleşmek için’ dinsel,
politik ya da mitsel ‘bir idealin şahsında yabancılaşarak kendi özgürlüğünden
özgürleşmek’ (Bourdieu, 2018, 68) için neden koşar adım bir sebep arar? Burada bir kaygıdan kaçış, bir bağlanma, bir ana rahmine dönüş isteği mi vardır? Eğer öyleyse, bu içsel - doğal (?) istek neden ötekileştirme ile, hınç (resentiment) ile, şiddet ile sonuçlanır?
Bu sorular, tek bir yazıda sonuçlandırılamayacak kadar geniş bir tartışma alanını önümüzde açar. Ve bu tartışma alanı ile ilişkilenen bir sürü hikaye, birbirine örülen yaşamlarımız önümüzde bir ufuk gibi serilir. Bu tartışmayı bu hikayeler ile yürütmek, büyük önem arz eder. Çünkü teorinin burada, bu hikayelerin kat edilmesiyle yeniden üretecekleri ve yeniden üreyecekleri olabilir. En azından bunu umut edebiliriz.
Bu kısa düşünce kaydını buraya, üzerine düşünmeye başladığım geniş bir tartışma alanının işaretini koymak adına ekliyorum. Ülkemiz ve dünyamız özelinde, direnmeme fenomeni üzerine düşünmenin bize çeşitli faydalar sağlayacağını düşünüyorum. Bu konu özellikle propagandanın hegemonya ile sonuçlanmakla kalmayıp, rıza üretimine ve özgürlükten gönüllü vazgeçişe dönüştüğü bir çağda önem kazanır. Günümüzde iktidar tekniklerinin çok büyük oranda gelişim gösterdiğini görüyoruz. Artık insanları sosyal medyadan manipüle etmek, sokaklara dökmek ya da onlarda kitlesel duygulanımlar yaratmak nadirattan sayılamayacak kadar sık gerçekleşiyor. Dahası bu konu, günümüzde demokrasi kavramının tartışılması ile de kol kola ilerler.
Direnmeme günlükleri; sıradan insanın hayalleri, fantezileri, özneleşmesi ve ötekisi, hafızası, eğlencesi... gibi pek çok yönünü, çeşitli kavramsal çerçeveleri kullanarak ya da bunları üreterek (ya da yeniden üreterek) tartışmayı deneyecek. Burada hedeflenen, gündelik hayatın bir tür fenomenolojisinin gerçekleştirilmesidir. Bu fenomenoloji, araştırdığımız fenomenin tezahürlerini politik bir epokhe bağlamında ele almaya çalışabilir. Bu analizin, bize sosyolojik bir bilgi getirmesinin yanında, ontik değil ontolojik, yani anlama ilişkin, duygularımıza ve dünyayı genel kavrayışımıza, anlamlandırmamıza ilişkin bir bilgiyi de getirmesini umabilir miyiz? Eğer bu gerçekleşirse, gündelik politik - sosyal fenomenlerin, anlam arayışımızla nasıl ilişkilendiği üzerine bir fikir sahibi oluruz. Burada varoluşçu bir düzleme geçiş yapmış olabiliriz, ama bu düzlemin politik yalıtılmışlık düzlemi olması zorunlu değildir. Sartre'ı takip ederek varoluşçu temaları özgürlük ile ilişkilendirebiliriz. Ama özgürlüğü nerede arayacağımız da önem kazanır. O'nu tumturaklı romanlarda, varoluşsal dilemmalarda değil; pazarda elma seçerken, inşaatı izlerken, kıraathanede ya da bir altın gününde arayabilir miyiz? Özgürlüğü bu en sıradan yerlerde bulmak ya da bulamamak, tartışmamızın başlangıç noktasını oluşturacaktır.
Kaynakça
- Pierre Bourdieu (2018), Heidegger’in
Politik Ontolojisi, çev. Aslı Sümer, MonoKL Yayınları